Hangi Rüzgâr Attı ?

Didem Hacıpaşaoğlu tarafından tarihinde yayınlandı

Bir süredir aklımda beni buraya getiren rüzgârları paylaşmak. Herkesin hikâyesi bir başkasına şifadır, ilhamdır diyerek karar verdim paylaşmaya….

Nahoş şeyler yaşayabilir, acı çekebilir, hoş olmayan anılara sahip olabiliriz. Aslında yaşanılan şeyler sadece acı bırakmaz ve bunu bilmek de acıyı yok etmez. Ama eğer geçmişin acılarına sıkışmışsak, geçmişe suçlamalarla sarılıp, geleceğin karanlık olduğu endişesini taşıyorsak, işte o zaman acı haricinde başka şeyler de arayabilir gözlerimiz, kalbimiz. Çünkü karanlığın olduğuna inanıyorsak, kardeşi aydınlığın varlığını da kabul ediyoruzdur. Yaşanılan her ne ise, belki de bir armağan sundu. Hayat her zaman açık açık sunmaz hediyelerini. Bu sebeple iyi bakmalı hangi rüzgârın seni buraya getirdiğine.

Tevekkeli, “seni buraya getiren ne” sorusunu çok anlamlı bulmam bundandır.

Tam olarak Mindfulness ile tanışmamın da böyle bir hikâyesi var. Kronik bir mutsuzluğun içinde olduğumu fark etmediğim, her geçen gün kendimle olan bağımı biraz daha kopardığım, en yakınımın acısını fark etmediğim, burnumun dibinde olan biteni göremediğim bir zaman dilimi. Okuduğum bir kitap, üzerine yaptığım minik araştırmalar, yolumu mindfulness ile kesiştirdi. Belki mindfulness içinden çıkabilmemi sağlar diyerek el ele tutuştuk. Bir süre sonra hayatımın rotasını tamamen değiştirdim. Uyanmıştım, en azından bitkisel hayattan çıkmıştım. Başka şeylere uyanma yolculuğum devam ediyor J  O dönemi İyi şekilde anıyorum, çünkü bana verdikleri bugünkü beni yarattı. O zamanlar sadece kendimle tekrar barışmak ümidiyle içine girdiğim mindfulness, bugün hayatımın her anında.

Hangi rüzgârın attığına takılmaktansa ve hava durumundaki gelecek rüzgârları takip etmektense, rüzgârın seni getirdiği yerdeki kendine bakıp, ne yaşıyorum şu anda demeli. Çünkü bazen rüzgâr bizi bir yerlere savuracak. Yeteri kadar ana uyanmışsak eğer, duyarız müziğin söylediklerini, şairin çaldıklarını, kitabın resmettiklerini. Eğer bu yazı hayatınızın bir noktasında sizi bulduysa, kalpten dinlemeli bir kez daha, bir kez daha.

 

5 yıl önce. Henüz bir mucizeyi yaşayacağımı bilmiyordum.

 

Her şeyin yolunda olduğuna inanırdım. “Nasılsın” sorusunun “çok iyiyim” den başka bir cevap olmadı hiç. Aslında çok iyi olmamak için bir sebebim yoktu gerçekten…şimdi söyleyeceklerim dışında.

Sabahları uyandığımda, hep bir felaket senaryosunun beni beklediğini düşünürdüm. Henüz yaşamadığım, muhtemelen gerçekleşmeyecek ama yaşayacağımdan son derece emin olduğum bir sürü sorun üşüşürdü beynime. Sanki bütün negatif düşünceler uyanmamı bekliyordu.

Günü panik halinde programlarken kendimi hazırlardım. Sağ küpemi takıp solu takmadan evden çıktığım, kendim ve lap top haricinde ki şeyleri evde unuttuğum görülmüştür.

Yolda geçen anları hiçbir zaman hatırlamadım. Evden çıktığım anı ve vardığım anı hatırlıyordum. Tabi varamayıp, dalgınlıktan sapak kaçırdığım, yolu karıştırdığım çok oldu.

Öğlen yemekleri.  İş toplantısı mı öğlen yemeği mi demeli, bilmiyorum. Ya da iş yanında meze olarak yemek. Ne yediğimin bir önemi yoktu. Sadece görev gereği yemek yenmesi gerekiyordu. Bir de daha uzun saatler çalışabilmek için ayakta kalmam gerekiyordu, bu yüzden yemek şarttı. Ama hızlı olması da önemliydi. Bu yüzden hızlı gıdaları tercih ederdim. Kilo mevzusuna girmiyorum.

Aynı anda birçok farklı işi ve projeyi en mükemmel şekilde yürütmeye çalışırdım. Önemli bir performans kriterim idi. Neden bilmiyorum.

Birileri beni üzerdi, ben birilerini üzerdim. Farkında olmazdım, üzdüğümün, kırdığımın, karşımdakinin duygularının. Nasıl olayım, kendi duygularımın farkında değildim ki. Bolca üzgündüm, hüzünlüydüm, sinirliydim. Fakat bunların bir önemi yoktu. Hala çalışabilirdim, başarılı olmaya devam edebilirdim. Bu yüzden her şey yolundaymış gibi devam etmeliydim. Ne yaşıyorsam bekleyebilir der, yüzleşmek istemezdim. Zaten bunları düşünecek vaktim yoktu. Zaman değerliydi ve benim ise çok işim vardı.

Bazı akşamlar işten çıktığımda aracımın yerini hatırlayamadığım olurdu. Bir de aracımı mı aramak zorunda olmam kabul edilemezdi. Birinden yardım isteyebilirdim, belki arabamı bana getirebilen birini bulabilirdim. Ben de böylelikle aracı bulmakla vakit kaybetmezdim. Malum, yoğundum.

Yine hatırlanmayan bir yol tecrübesi ve eve varış. Yorgunum galiba diyerek, yorgunluğumdan bile emin olmadığım anların içinde, kalan birkaç e-maili de yanıtlayıp, artık günü sonlandırırdım. Ya da gün beni sonlandırırdı.

Ve benzer bir gün daha, ve bir tane daha, bir tane daha…. Enerjinin çoğu bu hayat tarzına giderken, yeni bir yaşama adım atmak için niyet etsen de, enerjin kalmıyor ve adım dahi atamıyorsun. Yani, sanki bir döngünün içine sıkışmış gibi. Benim için bu döngüyü kırmak mindfulness ile mümkün oldu.

Yıllar sonra durmayı unutmuş, neşe nedir bilmeyen, bolca gergin, kaygılı, parçalarını bulamayacak kadar dağılmış, panik, değersiz olduğunu düşünen, üstelik artık fiziksel olarak kendini beğenmeyen, kilo almış, hantal, asosyal biri olarak hayatımın o dönemi sonlandı. Mindfulness dönemi başladı.

Sancılı olduğu kadar keyifliydi mindfulness kavramını hayatıma sokmak, adım adım kendimle bağlantı kurmak, fark etmek, keşfetmek, tanımak çok keyifliydi. Her adımını sindirerek ilerledim. Her aşaması değerliydi, anlamlıydı. Mucizeye doğru yaklaşırken, mindful yaşama konusunda derinleşmeye başlamıştım.

Tekrar kendi doğamla temasa geçtim. Bedenimi, düşüncelerimi, duygularımı an ve an fark etmeye başladım. Şefkat, şükür, akışa bırakma, yargısızlık, kabul tutumları ile tanıştım ve içimde yeşermelerine izin verdim. Daha az takılıyorum, daha az düşünüyorum, daha sakinim. İşleri sırayla yapıyorum. Mükemmel olmak zorunda değiller. Çoğu zaman anda olup biteni olduğu gibi görebiliyorum, kabul ediyorum ve olduğu gibi yaşıyorum. Olanlayım. Kendimi olduğum halimle kabul etmeyi ve sevmeyi öğrendikten sonra hayat değişti. Daha çok gülümsüyorum. Hayatın içinde neşenin de, hüznün de olabileceğini biliyorum. Bağımlılıklarımdan ya da bağlılıklarımdan kurtuldum. Daha çok dinliyorum. Dinlemeyi sevdiğimi görünce, bu yetimle kendimi de daha çok dinlemeye başladım. Daha sabırlıyım. Daha çok seviyorum. Bir çiçeği her görüşümde, ilk kez görüyormuşum gibi hayranlıkla bakıyorum. Yeşermekte olan ağacı izlemeyi, kuş seslerini dinlemeyi seviyorum, çiçeklerin güneşe kollarını açmalarını, güneş gittiğinde kendilerine sarılmalarını, her yeni günde aşkla seyrediyorum. Yürümeyi seviyorum, ağırlığımı bir ayağımdan öbürüne taşırken, bedenimdeki değişikliği izlemek, adımlarımın yeryüzü ile buluştuğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Seviyorum, kendimi, yeryüzünü ve yaşamayı.

Şu ana kadar bahsettiklerim hayata dair idi. Mindfulness ise hayatı sevmekten çok daha fazlasını verir. En önemli etkisini, daha berrak bir zihne sahip olduğum için ilişkilerimde ve kararlarımda gördüm. Mindfulness tek bir kapı açar aslında; zihnin ve kalbin kapısını. O kapıdan sonraki yol ayrımları, sapaklar bizim seçimimizdir. Çünkü artık bir seçim yapma özgürlüğümüzün olduğunun farkındayızdır.

Mindfulness kavramının hayatıma girmesi ile birlikte yaşadığım farkındalıklara tanıklık ederken Thich Nhat Hanh’ın sözlerini kılavuz bildim, “….Her gün idrak dahi etmediğimiz bir mucizenin içindeyiz: Mavi bir gökyüzü, beyaz bulutlar, yeşil yapraklar, bir çocuğun meraklı gözleri, kendi gözlerimiz. Hepsi birer mucizedir”

Ve en sevdiğim sorulardan biri ise “Nasılsın” oldu. Beni kendi içime doğru döndürüyor.

Peki ya sen, gerçekten nasılsın?

Kategoriler: Genel

0 yorum

Bir cevap yazın

Avatar placeholder

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir